
Şule Nallı
Sınavlar Hayatı Ölçebilir mi?
Sabahın erken saatlerinde başlayan koşuşturmaca, günler öncesinden duyulan kalp çarpıntısı, evin bir köşesinde telaşla dua eden bir anne, sessizliğe gömülmüş bir oda, başını kitaplara gömmüş bir çocuk… Türkiye’de ve dünyanın birçok ülkesinde milyonlarca gencin hayatı bu sahneyle özdeşleşiyor. Sınav, sadece bir gün değil; ayların, yılların ve hatta çocukluğun adı oluyor. Bir kâğıt, birkaç saatlik süre, belirli sayıda soru ve bu soruların sonucunda şekillenen bir gelecek hikayesi.
Bugün eğitim sistemi, sınavlar etrafında şekillenmiş durumda. Anaokulundan itibaren başlayan “başarılı olmak” baskısı, ilk sınavla birlikte daha görünür bir hal alıyor. Sonra sırasıyla ortaokul, lise, üniversite, KPSS, ALES, YDS… Liste uzayıp gidiyor. Sınavlar, bireyin yalnızca bilgisini değil, aynı zamanda psikolojisini, özgüvenini ve hayallerini de sınayan bir araca dönüşüyor. Her yanlış cevap, sadece bir puan değil; bazen bir ömürlük iç hesaplaşma, yetersizlik hissi ya da bastırılmış bir yetenek anlamına gelebiliyor. Oysa insan, salt bilgiyle tanımlanamayacak kadar çok yönlü bir varlık. Bir bireyin üretkenliği, hayal gücü, empati becerisi, liderlik potansiyeli ya da duygusal zekâsı optik formda karşılığı olmayan değerlerdir. Sınavlar, bu değerleri dışarda bırakır. Çünkü onların dili sayısaldır, ölçülebilir olanla ilgilenir. Ancak hayat, ölçülebilir olanın çok ötesinde akar. İyi bir öğretmen, yalnızca bilgisini aktaran değil; öğrencisine ilham veren, yön gösteren, yüreğine dokunandır. İyi bir doktor, sadece tanı koyan değil; hastasının gözünden umudu okuyandır. İyi bir mühendis, yalnızca hesap yapan değil; hayal eden, düşünen, yenilik getiren kişidir. Tüm bu nitelikler, standart test sorularına sığmaz. Sınav odaklı sistem, genç bireyleri yarışa sokar. Kazanmak ve kaybetmek ikilemi üzerinden şekillenen bu yarışta, herkesin birinci olması beklenir. Ancak bu beklenti, aynı çizgiden koşmaya zorlanan farklı bireyleri, kendi doğalarına aykırı bir rekabetin içine çeker. Böyle bir ortamda, öğrenmenin keyfi değil; ezberin hızı öne çıkar. Merak edilerek değil, mecburen çalışılan konular, öğrenme sürecini bir zorunluluk haline getirir. Bu da gençlerde tükenmişlik hissini artırır. Yıllar süren eğitim hayatı, sonuç odaklı bir sisteme dönüşür. Öğrenciler, öğrenmekten çok sınavı geçmeye çalışır. Notlar yükselir belki ama anlam azalır. Bu sistemin içerisinde, kaygı toplumun genç bireylerinde en yaygın duygu haline gelir. Sınav günü yaklaştıkça artan mide bulantıları, uykusuzluklar, panik ataklar, depresyonlar… Bunlar artık istisna değil; sistemin yan etkileri olarak olağan karşılanmaya başlanmıştır. Genç yaşta “başarısızlık korkusu” ile tanışan birey, ilerleyen yıllarda da risk almaktan çekinen, yaratıcı düşünmekten uzak duran bir yapıya dönüşebilir. Çünkü hata yapmanın telafi değil, cezalandırma olduğu bir düzenin içine doğmuştur. Oysa gerçek hayat, sınavlardan çok daha fazlasını gerektirir. Hayat, kriz anında sakin kalmayı, iletişim kurabilmeyi, bir fikri savunmayı, farklı bakış açılarına açık olmayı, duyguları anlamayı, yönlendirmeyi, takım çalışmasını ve çözüm odaklı düşünmeyi gerektirir.
Bu yetkinlikler, kitap sayfalarına değil, hayata karışarak öğrenilir. Ancak sınavla büyüyen birey, genellikle bu alanlarda eksik kalır. Çünkü ona bunlar öğretilmemiştir.
Elbette sınavlar tamamen işlevsiz değildir. Belli bir düzeyde ölçüm ve yönlendirme amacıyla değerlendirilebilir. Ancak tek ve nihai yol olarak görülmeleri, hem bireyler hem toplum açısından sürdürülebilir değildir. Eğitim sisteminin merkezine insanı koymak gerekir. İnsan, yalnızca bilgiyle değil, değerleriyle, yetenekleriyle, inançlarıyla, hayalleriyle anlam kazanır. Sınavlar, bu bütünlüğü değerlendiremez.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.